İnsan hakları, özellikle, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden (İHEB) ve İkinci Dünya Savaşından sonra gerek savaş sırasında gerek öncesinde işlenen insanlık suçlarına karşı, bir tepki olarak çıkmış, uluslararası düzeyde önem kazanmıştır.
İHEB kaleme alıp ona son halini verenlerden biri olan ünlü Fransız Hukukçu Rene CASSIN’a göre insan hakları bilimi, “bütünü, her insanın kişiliğinin gelişmesi için vazgeçilmez olan hakları ve özgürlükleri belirleyerek, insan onurundan hareketle insanlar arasındaki ilişkileri inceleme konusu yapan sosyal bilimlerin bir dalıdır” Bir başka tanımda insan hakları, “pozitif hukuk tarafından tanınmış olsun olmasın, belli bir tarihsel aşamada insanların sahip olmaları gerekli sayılan bütün haklar” olarak belirtilmektedir. İnsan hakları, onurlu bir yaşam sürdürebilmek için gerekli olduğu düşünülen hakların bütünüdür.
İnsan hakları, artık insan olmanın en temel şartı olarak kabul edilmektedir. Bu haklara sahip olmayan bir kişi, insan olma niteliği bakımından eksiktir. Düşünce özgürlüğü olmadığı için düşüncelerini açıklayamayan; inanç özgürlüğü olmadığı için istediği dine inanıp gereklerini yerine getiremeyen; mülkiyet hakkı olmadığı için çalışarak kazandıklarına sahip olamayan ve diğer birçok hakkı kullanamayan bir kişi, insan olma niteliğinden yoksundur. (Oktay Uygun, Türkiye’de Demokrasi ve İnsan Hakları.) buna karşılık temel hak ve özgürlükler ise devletten önce de var olan insan haklarının devlet tarafından güvence altına alınmasıdır. İnsan haklarıyla temel hak ve özgürlükler arasındaki belirtilmesi gereken diğer bir fark ise insan haklarının, herkese karşı ileri sürülebilen mutlak nitelikte haklar iken; temel hak ve özgürlüklerin bu niteliğinin olmadığıdır. Bunların büyük bir kısmı, özellikle de ekonomik ve sosyal haklar ile siyasal haklar bir anayasada düzenlendikleri oranda ve biçimde ileri sürülebilir.
İnsan Hakları ve Temel Hak Ve Özgürlükler Arasındaki İlişki
İnsan hakları kavramı karşılığında kullanılan bir başka terim ise kamu özgürlükleridir. Temel haklar gibi, insan hakları denen ideal programın hayata geçip gerçekleşmiş kısmıdır. Diğer taraftan kamu özgürlükleri ile temel hak ve özgürlükler arasındaki farklar da şöyle belirtilebilir: Kamu özgürlükleri, adlî, idarî yargı tarafından; temel hak ve özgürlükler ise anayasa yargısı tarafından korunur. Kamu özgürlükleri, sadece devlet ile birey arasında, temel hak ve özgürlükler ise bireylerin kendi arasında da hüküm ve sonuç doğurur. Kamu özgürlüklerinden sadece gerçek kişiler yararlanabilirken, temel hak ve özgürlüklerden tüzel kişiler de yararlanabilir. Dolayısıyla her temel hak ve özgürlük, bir kamu özgürlüğüdür. Ama her kamu özgürlüğü, bir temel hak ve özgürlük değildir. (Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi)
Özgürlük ve eşitlik uğruna yürütülen köle isyanları ve köylü hareketleriyle gündeme gelen bu mücadele ilk yazılı insan hakları belgesi olan 1776 tarihli Virginia Anayasası’nın başında yer alan Haklar Bildirisi (Bill of Rights) ile pozitif hukukun parçası olmuşsa da söz konusu sürecin ilk tamamlanma örneği asıl Fransız Devrimi ve onun ürünü olarak ortaya çıkan 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile simgelenir.
Hak kavramı, toplumsal hayata geçişle birlikte ortaya çıkmıştır. İnsanların doğuştan sahip oldukları bir takım hak ve özgürlüklerinin olduğunu kabul eden devlet, bunları koruyup, çeşitli güvencelerle destekleyeceğini ilan etmiştir. İnsanlar da bu güvenceler karşısında devlet tarafından getirilecek bazı sınırlamaları kabul etmişlerdir. Hak ile hukuk arasında, çok yakın ve çok yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Hukukun en temel fonksiyonu, hakların nasıl ve hangi şartlarda doğup, nasıl kullanılıp, sona ereceğini ortaya koymaktır. Hukuk, köken olarak da aslında hak demek olup hakların bütünü, hukuku meydana getirmektedir. Hakların yok sayıldığı, çiğnendiği durumlarda aslında hak mücadelesinin yanı sıra hukuk mücadelesi de verilmektedir. Hukukun temelini oluşturan hak kavramı her şeyden önce olması gereken, başka bir ifadeyle, doğru olan toplumsal ilişkileri belirleyen bir ahlâk ilkesidir. Bir insan nasıl ki, hayatını idame ettirebilme yolunda fiilde bulunduğu zaman doğru amaçlar seçmek ve onları gerçekleştirebilmek için bir ahlâk yasasına ihtiyaç duyarsa, benzer şekilde, toplumsal yaşamda da insan doğası ve hayatını devam ettirebilmek gerekleriyle bağdaşır bir toplumsal sistem kurmak için ahlâk ilkelerinden, hak kavramına ihtiyaç duyulur. Hakkın, hiçbir kimsenin, hiçbir yerde, hiçbir şekilde, adalete ağır bir ihlâl teşkil etmeksizin, mahrum bırakılmayacağı şey olduğu dikkate alındığında, kavramın adalet ile olan ilişkisi de anlaşılacaktır.
Hak, özgürlüğün hayata geçme aracıdır. Örneğin hak arama özgürlüğü, dava açma, adil yargılanma hakkı ile gerçekleşir. Hak, başta Anayasa olmak üzere kanunlar ve diğer yazılı hukuk belgeleriyle, özgürlükleri gerçekleştirmek için kişiye tanınmış yetkiler, devlet iktidarının tanıdığı imkânlardır. Örneğin, belli bir yaşa gelen herkesin oy kullanma hakkı Anayasa ile güvence altına alınmıştır. Bu yönüyle hak ve özgürlüklerin tümü, kamu özgürlükleridir. Diğer taraftan öğretide, hak ve özgürlük kavramlarının aynı anlama geldiği, hak ve özgürlüğün aslında bir tek hukuksal gerçeğin sadece farklı iki yönünü oluşturduğu belirtilmektedir. Buna göre, özgürlük bir haktır; ancak, hak da özgürlükle gerçekleşebilir. Bunlardan biri olmadan diğeri olamaz. Hayata geçirilecek bir hak yoksa özgürlüğün bir anlamı olmayacağı gibi, özgürlük yoksa hakkın da bir anlam ve değeri yoktur. Hak, özgürlüğün temeli ve konusunu oluştururken; özgürlük ise hakkın gerçekleşme aracıdır. Diğer taraftan özgürlüğün esasını oluşturan, serbestlik başka bir ifadeyle zorlamaya tâbi olmadan dilediği gibi davranma olgusunu da net bir şekilde tanımlamak mümkün değildir. Özgürlüğe temel olan serbestliğin ölçüsü, 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde yer alan ve uzun bir süre geçerliliğini sürdüren bir tanımlamada şöyle belirlenmiştir: “Özgürlük, başkasına zarar vermeden her şeyi yapabilme gücüdür; bundan ötürü her insanın doğal haklarının kullanılmasının sınırı; toplumun diğer üyelerine aynı haktan yararlanmayı sağlayan sınırdır; bu sınırlar ancak yasa ile belirtilebilir. Yasa ise yalnız toplum için zararlı hareketleri yasaklayabilir…” Ancak bu tanımda ortaya konan ölçü tartışmalıdır. Adı geçen, “başkasına zarar vermemek” ne demektir? Zarar kavramı toplum ve kişiye göre değişebilir. Yoksulluk içinde yaşayan bir insan sırf başkalarına zarar vermeyen sokaklarda dolaşmak gibi fiilleri gerçekleştirdiği için özgür sayılabilecek midir? Yine Bildiri ’ye göre, yasa sadece toplum için zararlı olan şeyleri yasaklayabilecektir. Toplum için neyin zararlı neyin zararsız olduğu hangi ölçüye göre nasıl belirlenecektir? Diğer taraftan özgürlüklerin gerçekleşmesi için başkalarının veya devletin bir şey yapmaması gerekir. Özgürlük kişinin kendi fiili ile gerçekleşirken hakkın gerçekleşip hayata geçmesi için devletin ya da diğer üçüncü kişilerin, hak sahibi lehine birtakım edimlerde bulunması gerekir. Hakkı hayata geçiren fiil, hak sahibinin değil, devletin de dahil olduğu başka kişilerdir. Örneğin seyahat özgürlüğü, bir “özgürlük ”tür, seyahati kişinin kendisi yapar. Ama konut hakkı bir “hak”tır; çünkü kişiye bir konut sağlayacak ya da kira yardımı yapacak olan kişinin kendisi değil, devlettir.
İnsan Onuru
İnsan hakları çeşitli şekillerde sınıflandırılsa da aslında hep aynı amaca yönelmişlerdir ki o da insan onurunun korunmasıdır. Aynı zamanda, insan hakları için düşünsel anlamda bir başlangıç noktası olduğu da kabul edilen insan onuru, insan kişiliğinin içeriğini oluşturmaktadır. Gerçekten de insan hakları, çeşitli şekillerde de belirtildiği gibi, dil, din, ırk, cinsiyet vb. hiçbir ayrım gözetilmeksizin, bütün bireylerin yalnızca insan olmalarından dolayı, insanlık onurunun gereği olarak sahip olmaları gereken hakları ifade etmektedir. Bütün insan hakları, insan onurunun hayata geçmesi için gerekli görülmüştür ve insan onurundan kaynaklanmışlardır. Bu anlamda insan onuru, insan hakları kavramının öncüsü ve temelidir. İnsan onuru, hak ve özgürlükler aracılığıyla kendisini gerçekleştireceğinden korunması, hak ve özgürlüklerin anayasal olarak tanınmasıyla gerçekleşir. Diğer taraftan, Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri’nde, insan haklarının, “insan kişisinin özündeki onurdan türediği” belirtilmektedir. İnsan onurunu açıkça kabul eden çok sayıda uluslararası andlaşmadan, 1948 tarihli İHEB ve daha yakın tarihli AB Temel Haklar Sözleşmesi, bunlardan bazılarını oluşturmaktadır. Bu çerçevede insan onuru kavramının evrensel ölçekteki belgelerdeki ilk yerini almış olduğu düzenlemelerden biri BM Sözleşmesi ve BM İHEB’dir.
Avrupa Temel Haklar Sözleşmesi’nin birinci bölümü, “İnsan Onuru” başlığı altında “insan onurunun dokunulmazlığı” vurgulanarak ile başlamakta hayat hakkı, bedensel ve ruhsal dokunulmazlık hakkı, işkence, insanlık dışı, aşağılayıcı davranış ile kölelik yasağına yer vermektedir. Benzer şekilde 1982 Anayasa’mızın 25, 26, 28 ve Alman Anayasası’nın 5. maddesinde düzenlenmiş olan düşünceyi açıklama, basın ve özellikle haberleşme (serbest ve olabildiğince kapsamlı haber alması insanın temel ihtiyaçlarından olduğu için) özgürlüğü, insan onurunun dokunulmazlığından kaynaklanan haklardır.
Türk Hukukunda insan onuru ilkesi, ayrı bir temel hak olarak düzenlenmemiş; ancak, 1982 Anayasası’nın başlangıç bölümünde temel bir kavram olarak yer almıştır. Anayasa’nın “İnsanın maddî ve manevî varlığını geliştirme hakkı” (md.17) ile “insan haysiyetine aykırı ceza ve işlem uygulanmayacağı ve eziyet, işkence ve angarya yasağı” nı düzenleyen hükümleri (md.17/III) insan onurunun anayasadaki bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnsancıl Hukuk
İnsancıl hukuk özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, silahlı çatışmaların artması ve terör hareketlerinin yaygınlaşması ile birlikte büyük önem kazanmaya başlamıştır. Bu hukuk dalının varoluş nedeni savaş olgusudur. İnsancıl hukuk, insanlığa büyük acılar veren savaşın hem önlenmesi; hem de, buna rağmen gerçekleşmesi durumunda yıkıcı ve zararlı etkilerinin sınırlandırılması, bu amaçla hangi tür silahların kullanılamayacağı, hangi insanların ve şeylerin hedef haline getirilemeyeceği çatışmaya taraf olmayan masum (sivil) insanların korunması, esirlerin nasıl bir muamele göreceği, çatışmadan zarar gören ya da görebilecek toplum kesimlerinin başta mal ve mülkleri olmak üzere doğa ve kültürel mirasın nasıl korunacağı ve daha pek çok konuyu kurala bağlayan sözleşme veya teamül kökenli hukuk kurallarıdır. Bu düşünce, özellikle 1863-1864 Amerikan İç Savasından sonra (Kuzey-Güney Savası) somut sonuçlarını vermiştir. 1949 tarihli dört Cenevre Sözleşmesi ile 1977 tarihli iki ek Protokol uluslararası insancıl hukukun temelini teşkil etmektedir. Kısaca insancıl hukuk, hukukun, silahlı çatışma kurbanlarına yasal koruma sağlanması gerektiğini ileri suren kısmıdır. Şöyle ki, insan haklarının dayandığı en temel hak olan, yaşam hakkının korunması gibi insancıl bir amaca hizmet etmektedir. Ayrıca silahlı çatışma ortamında devreye girerek temel hak olan yaşam hakkını korumaya yöneliktir. Bu yönüyle insancıl hukuk insan haklarının da güvencesidir de.
İnsan haklarının sınıflandırılması
İnsan haklar alanında çok sayıda düzenlemenin ortaya çıkması ve bunların içeriklerinin artıp, çeşitlenmesi karşısında gerek akademik gerekse pratik düşünceler ile insan haklarının sınıflandırılması gerekmiştir.
- Negatif Statü Hakları
Negatif statü hakları, kişileri devlet müdahalesine karşı koruyan hak ve özgürlükler olup, insan haklarına hukuksal güç kazandırma çabalarının ilk sonuçlarıdır. Bu statüde yer alan haklar, ancak devletin bunlarla ilgili olumsuz bir tutum takınmasıyla sağlanabilirler. Başka bir ifadeyle, bu hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesi, bireylerin bundan yararlanabilmesi için devletin, bunlara müdahale eden gerek kendi organları gerekse üçüncü kişileri durdurmak dışında herhangi bir katkıda, eylemde bulunmasına gerek yoktur. Çünkü bunlar nitelikleri gereği kendiliklerinden ya da hak sahibinin kendisi tarafından gerçekleştirilen haklardır. Örneğin, kişinin konutuna güvenlik kuvvetleri ancak hukukun tayin ettiği sınırlar içerisinde girerlerse bu hak gerçekleşmiş olur.
- Pozitif Statü Hakları
Pozitif statü hakları devletin olumlu müdahalesi olmaksızın gerçekleşemeyecek haklar olup birey bu haklarını ancak devletin fiilî müdahalesi ve eylemlerinin katkısı ile kullanabilir. Bu hakların sağlanabilmesi için devletin başta sosyal kamu hizmetleri ve sosyal politikalar ile bireyleri kendi haline bırakmak yerine onlarla aktif bir şekilde ilgilenerek birtakım imkânlar ile donatacak faaliyetlerde bulunması gerekir. Başka bir ifadeyle, söz konusu bu haklar, devlete ve onun kurumlarına belli bir biçimde davranma yükümlülüğü getiren hak ve yetkileri ifade etmektedir. Bireyin özgürlüğüne devlet olmaksızın kavuşamadığı, tersine, özgür varlığının korunması için devletin tedbir ve tedariklerine ihtiyaç duyduğu bir durumdur. Böylelikle bireyler, devletten olumlu bir davranış, bir hizmet, bir yardım ve katkı isteme imkânına kavuşmaktayken, devletin sosyal alanda belli ödevler ve fonksiyonlar üstlenmesi durumu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, devlet, malî imkânları ölçüsünde bireylerin eğitilmesi, tedavi edilmesi, barınacağı yeri yoksa konut sağlanması gibi imkânları hazırlamak ve sunmak zorundadır. Bu nedenle kamuya ait kaynakların toplumsal adalete uygun bir şekilde dağılımının sağlanması oldukça önemlidir. Bunun içinde devlet yönetiminde saydamlık ve katılımcı demokratik bir ortamın varlığı çok önemlidir. Diğer taraftan söz konusu haklar 1982 Anayasası’nın, “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlıklı bölümünde düzenlenmişlerdir.
- Aktif Statü Hakları
Aktif statü hakları en net bir şekilde katılma hakkı olarak nitelendirilebilirler. Bireylerin siyasal katılımını sağlamaktadırlar Siyasal görüş ve tutumlarını açıklama, örgütlenme, oy kullanma, referandum, seçme ve seçilme yollarıyla vatandaşa, devlet ve toplum yönetiminde söz sahibi olma ve kararlara katılma yetkisi veren siyasal haklardır. Vatandaşlar böylelikle hem siyasal iktidarın oluşumuna hem de kullanımına katılmakta, devlet karşısında aktif bir konum kazanmaktadır. Başka bir ifadeyle aktif statü, bireyin özgürlüğünü devlet kanalıyla ama devlet için kullandığı bir durumdur.
İlk Hakların Otaya Çıkışı ve Birinci Kuşak Haklar
Klâsik ya da geleneksel haklar veya kişi özgürlükleri ve siyasal haklar, bireysel hak ve özgürlükler olarak da adlandırılan birinci kuşak haklar, ilk haklar demeti olarak büyük ölçüde aristokrasi ile burjuva sınıfı arasındaki sınıf çatışmasına dayanmaktadır. Özellikle Fransız Devrimi, genellikle bireyciliğin büyük zaferi olarak kabul edilmektedir. XVII ve XVIII. yüzyıl boyunca çeşitli düşünürler tarafından savunulan bireycilik, geleneksel toplumun üzerine inşa edildiği topluluk içi bağların ve bağımlılık ilişkilerinin yıkılması ve öncelikle de siyasal iktidar karşısında bireye özerk bir alan tanınması düşüncesidir. Kişi, tek ve önemli bir değer olarak kabul edilirken toplumun amacının ona hizmet olduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır. Başta Fransız İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisi olmak üzere burjuva devrimleri sonrası ortaya çıkan hak bildirileri, doğal hukukun pozitifleşmesi olarak nitelenmektedir. Bildiri, insanın tabi, zaman aşımına uğramaz nitelikte sayılan bu haklarını, özgürlük, güvenlik, mülkiyet ve baskıya karşı direnme olarak belirtmektedir. O güne kadar gelen kurumsal birikimlerin ve kazanılmış bir mücadelenin somutlaşmış bir belgesi olarak, insan haklarının bir listesi tüm dünyaya ilan edilmiştir. Bildirinin aynı zamanda başlığı olan, “İnsan ve Yurttaş Hakları” ibaresinden de anlaşılacağı üzere sadece Fransız Halkı’na değil tüm insanlığa yönelik evrensel bir haklar demetidir. Bildiride kullanılan evrensel nitelikli formüller ve Bildiri’nin XVIII. yüzyıl dünyasında İngilizceye göre daha yaygın bir dil olan Fransızca kaleme alınmış olması da onun evrenselliğini ve etki alanını artırmıştır. Tüm dünya insan haklarını, aslında tarihsel olarak daha eski olan Amerikan Bildirilerinden değil Fransız Bildirisinden öğrenmiştir. Böylelikle bütün dünyada geçerli olan evrensel bir insan hakları anlayışı yerleşmiştir.
İkinci Kuşak Hakların Ortaya Çıkışı ve Sosyal- Ekonomik Kültürel Haklar
Fransız Devrimi sonunda, burjuvazinin gerek ekonomik gerekse siyasal yönden bütünüyle istekleri karşılanıp hayata geçmiştir. Bu süreç beraberinde bir takım yeni toplumsal eşitsizlikleri de gündeme getirmiştir. XVIII. yüzyıl sonlarında özellikle İngiltere’de başlayıp daha sonra Batı Avrupa’da kendini hissettiren sanayi devrimi sonucunda dönüşen toplum yapısı, yeni çelişkileri; buna bağlı olarak da yeni haklar mücadelesini başlatmıştır. Söz konusu haklar, anılan dönemde ortaya çıkan korkunç çalışma koşullarına duyulan tepkiye de tepki olarak doğan bir takım siyasî ve sosyal hareketlerle ilişkilidir. Meta üretiminin yaygınlaşmasının beraberinde emeğin metalaşmasını da getirmesi, çalışan kesimler için sosyal bir risk doğurmuş buna karşı korunmak için de yeni bir takım hakların varlığına ihtiyaç duyulmuştur. Burjuva devrimi, feodalizme son vererek toprağa bağlı köleliği sonlandırmışken söz konusu gelişmeler “ücrete bağlı köleliği” ortaya çıkarmıştır. 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Bildirilerinde ortaya çıkan ve “hukuksal özgürlük” olarak nitelenebilecek hak ve özgürlüklerin, herkes için “gerçek özgürlük” haline dönüşmesi, sosyo-ekonomik yönden zayıf olan kesimlerin desteklenmesi, işçi sınıfı tarafından yürütülen mücadelenin amacını oluşturuyordu. Bütün bu gelişmeler temelinde, XIX. yüzyıldan başlayarak insan hakları anlayışında önemli bir gelişme oldu. İnsan haklarının sadece bir özgürlük değil; aynı zamanda devletten bir hizmet, edim isteme yetkisi veren haklar olduğu düşüncesi yerleşti. Böylelikle haklar gerçekten kişinin yaşamında var hale gelecekti. Devlet, artık temel hak ve özgürlüklere karşı potansiyel bir tehdit değil; aksine, olumsuz piyasa ve çalışma koşullarına karşı hakların sığınağı, koruyucusu haline geliyor, birtakım ödevler yükleniyor, hak ve özgürlükler nitelik değiştiriyordu. Özellikle II. Dünya Savaşından sonraki dönemde sosyal haklar alanında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu dönemde yeni bir savaşın yaşanmaması için yoksulluğun ortadan kaldırılması, işsizliğin olumsuz etkilerinin en aza indirilmesi ve insanların gelecek güvencesine sahip olması gerekir. Bunun için de devletin fonksiyonlarında bir genişleme olmalıdır. “Devlet, sadece ekonomik sistemi ve serbest pazarın işleyişi ile ilgili değil, sosyal alanda da düzenlemeler yapmalıdır” düşüncesi öne çıkmıştır. Öte yandan demokrasi anlayışı da değişmiş, hak bildirileri ile ortaya çıkan ve klâsik olarak nitelenebilecek demokrasinin, acımasız özgür girişim ve rekabet koşullarının ortaya çıkardığı haksızlık ve adaletsizliği gidermek için özgürlük, eşitlikle örülü bir sentez içinde gerçekleşecektir. Böylelikle XX. yüzyılın demokrasisi artık sosyal bir nitelik kazanacaktır.
Üçüncü Kuşak Hakların Ortaya Çıkışı
Bu Haklar İnsan haklarının amacı olan insan onuru, zamanın, yaşam biçimlerinin değişmesiyle birlikte farklı tehditlere maruz kalmakta bu da yeni birtakım hakların ortaya çıkışını gündeme getirmektedir. XX. yüzyılın ikinci yarısında, bilimsel teknik ilerlemeler çerçevesinde ortaya çıkan, toplumsal ve uluslararası dengesizlik ve çatışmalar, savaş-barış ikilemi, silah üretim aygıtları ve uluslararası çıkar-sömürü düzeni gibi yeni birtakım sorunlar, III. Kuşak hakların doğumunu tetiklemiştir. Üçüncü kuşak haklar olarak nitelendirilen haklar, farklı özellikleri dikkate alınarak, “dayanışma hakları”, “halkların hakları” ve “kolektif haklar” “yeni insan hakları” olarak adlandırılmışlardır. Bu hakları “dayanışma hakkı” olarak niteleyenlere göre söz konusu haklar, çevre ve doğal ortamındaki insanın haklarıdır. Dengeli bir çevrede barış içinde hayat için devletlerin uluslararası alanda iş birliği gerekmektedir. Ayrıca, sivil toplum kuruluşlarının, iletişim araçlarını da kullanarak uluslararası düzeyde yürütmüş oldukları etkinliklerin de bu çerçevede önemi büyüktür. Bu haklar konularını evrensel değerler oluşturan, devletin sınırlarını aşan insanlık ailesinin tüm üyeleri arasındaki dayanışmayı dile getiren bu anlamda uluslararası toplumun dayanışma ödevlerini ve bu çerçevede devletin sorumluluklarını tanımlayan haklardır. Kamu kurumlarından yerel yönetimlere varan bir çerçevede bireylerin ve toplulukların müdahale ve katkısıyla anlam kazanmaktadırlar. Birinci kuşak haklar bakımından devletin daha çok negatif, ikinci kuşak haklar bakımından daha çok pozitif tutumu yerini, söz konusu haklar bakımından devletin, kişiler ve gruplar ile dayanışma içinde olmasına bırakmıştır. “halkların hakları” olarak adlandıranlar ise, bu haklardan yararlananlardan yola çıkmaktadırlar. Buna göre ilk iki kuşaktan yararlananlar sadece bireylerken bu hakların yararlanıcıları, bireyler olabileceği gibi çeşitli büyüklükteki grup ya da halklar da olabilir. Ancak burada asıl vurgulanan birey ya da insan değil, halktır. Bu yönüyle de ilk iki kuşaktan net bir şekilde ayrılmaktadırlar. Söz konusu haklar özellikle 1960’lardan sonra ortaya çıkmıştır. Önceleri birtakım uluslararası sözleşmelerde tanınmışlar sonrasında ise iç hukuk belgelerinde de düzenlenmişlerdir. Örneğin çevre hakkı, ilk defa 1972 yılında Stockholm Bildirisi’nde tanınmıştır. Bu hak daha sonra iç hukuklarda düzenleme konusu olmuştur. Anayasal düzeyde İsveç’te, 1978’de İspanya’da, 1984’ de İsviçre’de, 1985’ de Avusturya’da, 1988’ de Brezilya’da tanınmıştır. Bu haklara örnek olarak, barış hakkı, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı, gelişme hakkı, siyasal, kültürel ve ekonomik self determinasyon hakkı, insanlığın ortak mirasına katılma ve bunlardan yararlanma hakkı, felaket yardımı hakkı, iletişim hakkı, farklı olma hakkı, beslenme hakkı, var olma hakkı verilebilir.
SONUÇ Tüm devletler insan haklarına anayasalarının başında yer vererek, devletin, insan haklarına saygılı, hatta insan haklarına dayalı olduğunu hüküm altına almaktadırlar. İnsan hakları çeşitli şekillerde sınıflandırılsa da aslında hep aynı amaca yönelmişlerdir ki o da insan onurunun korunmasıdır. Aynı zamanda, insan hakları için düşünsel anlamda bir başlangıç noktası olduğu da kabul edilen insan onuru, insan kişiliğinin içeriğini oluşturmaktadır. Bütün insan hakları, insan onurunun hayata geçmesi için gerekli görülmüştür ve insan onurundan kaynaklanmışlardır. Bu anlamda insan onuru, insan hakları kavramının öncüsü ve temelidir.
AV. NESLİŞAH ASLAN