Preloader

Makaleler

Avukatlarımızın yayınladığı makaleler
Çevre Hukukunda Kirleten Öder İlkesi
Çevre Hukukunda Kirleten Öder İlkesi Av. Zeynep Karahasanoğlu

GİRİŞ

Çevre sorunları özellikle 1970 başlarında ulusların ve dünyanın gündemine belirgin bir şekilde yerleşmeye başlamıştır. Bu durumun doğal sonucu olarak çevre hukuku da ayrı bir hukuk dalı olarak öne çıkmış, çevre sorunlarının gittikçe arttığı günümüzde ise belki eskiden olduğundan çok daha vazgeçilmez bir hale gelmiştir. Çevre hukukunun, hukukun ayrı bir dalı olarak gelişmesi sürecinde, ilgili sorunların çözümüne yönelik olarak zamanla bazı ilkelerin geliştiğini söyleyebiliriz. İhtiyat ilkesi, katılım ilkesi, önleme ilkesi bu ilkelerden bazıları olmakla birlikte, bu makalede uluslararası metin ve içtihatlarla çevre hukukuna kazandırılmış olup bu alanda en çok öne çıkan ilkelerden kirleten öder ilkesi ele alınacaktır.

 

İlkeden ana hatlarıyla bahsedildikten sonra uluslararası mevzuat incelenerek ilkenin ortaya çıkışı ve gelişimi üzerinde durulacaktır. İlkeyi kavramak için temel kavramlardan kirlilik ve kirletenin sorumluluğu ele alınıp ardından Türk Hukuku’nda ilkenin yerinden, özellikle Çevre Kanunu çerçevesinde bahsedilecektir. Teorik ve mevzuata ilişkin anlatımın ardından ilkenin nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığının açıklanabilmesi adına uygulamaya değinilecektir. Uluslararası alanda ilkenin uygulanmasında, özellikle Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın içtihatları ön plana çıktığından Divan’ın ilkeyi nasıl ele aldığı içtihatları çerçevesinde açıklanacak olup ardından Türk Hukuku’ndaki uygulamadan ve sorumluluğun tespitinden bahsedilecektir. Sonuç kısmında ise, anlatılanlar çerçevesinde ilkenin hayata geçirilmesinin önemi vurgulanarak genel bir değerlendirme yapılacaktır.

 

 

 

  1. KİRLETEN ÖDER İLKESİ

 

Kirleten öder ilkesi, kirliliği önlemenin veya kirlilik meydana geldiğinde sorumluluk tesis etmenin bir yolu olarak modern çevre politikasının altında yatan bir ilkeyi oluşturur. İlke, esas olarak olumsuz etkilerin onarılması, düzeltilmesi veya giderilmesi söz konusu olduğunda, çevresel olaydan sonra devreye girer. Doktrinde, bu ilkenin, kirlilikten kaynaklanan maliyetlerin, üretim maliyetlerinde ekonomik aktörler tarafından dikkate alınması gerektiğini kabul eden ekonomik teoriden esinlendiği düşünülmektedir.

Üretim ve tüketim faaliyetleri sonucunda çevreyi tahrip edenler, piyasa fiyatına yansımayan ciddi dışsallıklara neden olabilmektedir. Bu da, ekonomide dışsallık olarak ifade edilen ekonomik failin faaliyetleri sonucunda uğradığı zararların, o kişiden değil, bu kayba hiçbir katkısı olmayan diğer kişiler tarafından üstlenilmesi sonucunu doğurur. Bu noktada kirleten öder ilkesi, çevresel konularda ortaya çıkan zararların sorumluluğunu gerçek sahiplerine dağıtmak için dış maliyetlerin içselleştirilebildiği bir ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Kirleten öder ilkesi, bu bağlamda, çevresel maliyetler gibi dışsal maliyetlerin kirleten tarafından içselleştirildiği ve çevresel bozulmanın toplumsal yapıda neden olduğu kayıpların ortadan kaldırıldığı bir maliyet tahsisi aracı olarak görülebilir.

 

 

  1. A. Uluslararası Alanda Kirleten Öder İlkesinin Gelişimi

 

Kirleten öder ilkesine ilk defa OECD tarafından 1972 tarihli “Çevresel Politikaların Uluslararası Ekonomik Yönlerine İlişkin Rehber İlkeler Konusunda Konsey Tavsiyesi”metninde yer verilmiş olup 1974 tarihli daha sonraki bir tavsiyesinde de ilkenin uygulanışı detaylı olarak açıklanmıştır. 1972 tarihli tavsiyede, çevrenin kabul edilebilir bir durumda olmasını sağlamak için kamu otoriteleri tarafından getirilen kirlilik önleme ve kontrol önlemlerinin uygulanmasının masraflarını kirleticinin üstlenmesi gerektiği belirtilmiştir. İlkenin uygulanmasıyla, kirleticiler çevreye zarar vermemeye teşvik edilir ve neden oldukları kirlilikten sorumlu tutulurlar. Bu sayede, kirliliğin yarattığı maliyetleri karşılayacak olan vergi mükellefi değil, kirletici olacaktır.

 

1972'den bu yana, kirleten öder ilkesinin kapsamı giderek genişlemiştir. İlke, başlangıçta yalnızca kirlilik önleme ve kontrol maliyetlerine odaklanmış olup daha sonra yetkililerin kirletici emisyonlarla başa çıkmak için aldığı önlemlerin maliyetlerini de içerecek şekilde yorumlanmıştır. Çevre sorumluluğu kapsamındaki ilkenin bir başka uzantısı ise kirleticilerin, zarara yol açan kirliliğin yasal sınırların altında olup olmadığına veya tesadüfi olup olmadığına bakılmaksızın, neden oldukları çevresel zarar için ödeme yapması gerektiğidir.

 

Avrupa Birliği (AB), OECD’nin düzenlemesini müteakip 1973'de hazırladığı Çevresel Eylem Programı’nda kirleten öder ilkesini kabul etmiştir. Geçtiğimiz yıllar boyunca, Avrupa Birliği geniş bir çevre mevzuatı yelpazesi benimsemiştir. Kirleten Öder İlkesi'nin uygulanmasına ilişkin çevre mevzuatlarından bazıları; Endüstriyel Emisyonlar Direktifi, Atık Çerçeve Direktifi, Su Çerçeve Direktifi, Çevresel Sorumluluk Direktifi’dir. İlke, güncel olarak, AB kurumlarına kirleten öder ilkesine dayanan bir çevre politikası benimseme yükümlülüğü getiren Avrupa Birliği'nin İşleyişi Hakkında Anlaşma madde 191/2'de yer almaktadır. 1992'de ise, Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Bildirgesi (Rio Deklarasyonu), kirleten öder ilkesini gelecekteki sürdürülebilir kalkınma için yirmi yedi yol gösterici ilkeden biri olarak kabul etmiştir.

İlkenin ilk ortaya çıkışında ele alınışına baktığımızda, OECD ve AB başlangıçta ilkeyi rekabetin bozulmasını önleme ve eşit şartlar oluşturmanın bir yolu olarak kabul etmiştir. Ancak ilke zamanla geliştirilmiş; yeniden dağıtıcı, önleyici ve onarıcı özellikler kazanmıştır. İlke, yalnızca ticari çarpıklıklara ve sorunlara odaklanmaktan ziyade, çevresel iyileştirmeler için teşviklerle bağlantılı olarak ele alınmaya başlanmıştır.

 

 

  1. B.  Kirlilik/Zarar ve Kirletenin Sorumluluğu

 

Kirleten öder ilkesi, neyin zarar oluşturduğu konusunda tam bir açıklama yapmaz ve bu da, bazı belirsizlikler yaratır. Bu noktada, salt çevresel zararın kirleten tarafından karşılanması gerekip gerekmediği tartışmalıdır. Salt çevresel zararda, herhangi bir kişi ya da devlete direkt olarak finansal bir maliyet ortaya çıkmamakta; ancak doğal kaynakların kaybı söz konusu olmaktadır. Avrupa Birliği’nde, salt çevresel zararın kabulü yönünde bazı eğilimler söz konusu olmakla birlikte, uluslararası düzeyde, çevresel zararı tanıyan oldukça az düzenleme vardır.

 

Kirletenin sorumluluğundan bahsedecek olursak, kirliliğin oluşumunda genelde karmaşık bir aktör ağının sorumluluğu söz konusu olur. Bu noktada kirleten öder ilkesinin, sorumluluğu sorumlular arasında nasıl paylaştıracağı önem arz eder. Çözümlerden biri, sorumluluğun tek bir kirleticiye tüm sorumluluğu kapsayacak şekilde yüklenmesidir. Petrol Kirliliği Sorumluluğu Uluslararası Rejimi’nde de benimsenen bu çözüm, sorumluluğun tespitini daha kolay kılar. Bir başka seçenek olarak müşterek ve müteselsil sorumluluk, sorumlu taraflardan en rahat şekilde zararı karşılayabilenlerin maliyetin büyük kısmını karşılaması ile sonuçlanır. Bu yaklaşım, asıl zarara sebebiyet verenden ziyade en iyi finansal kaynağı olana sorumluluğu yüklediği için AB Komisyonu tarafından eleştirilmiştir. Mali sorumluluğun paylaştırılması, ilkenin uygulanmasında gerçek bir zorluk yaratmaktadır. Mükemmel bir dünyada, her bir sorumlu taraf, kirletici olaya katkılarının tüm maliyetlerini karşılayacaktır; ancak her bir tarafın katkısının belirlenmesi ve zararın bu kişilerden tazmini oldukça zordur.

 

Kirletenin sorumluluğunun türünden bahsedecek olursak, kusursuz sorumluluktan bahsetmek gerekecektir. Eğer kusur aranacak olursa, bu hem sorumluluk alanını daraltacak hem de kusuru kanıtlamak gerçekten zor olacak, zaman alacak ve sorumluluğun paylaştırılması konusunda da problemler ortaya çıkabilecektir. Bu bağlamda, kusursuz sorumluluğu destekleyen ve uygulayan çok sayıda çevresel zarar rejimi vardır. Sonuç olarak, ilkeyi daha geniş bir perspektiften ele alıp ilkenin özündeki, zararın tüm maliyetini sorumlulara aktarma amacına, kusursuz sorumluluk rejimi ile ulaşmak daha kolaydır.

 

 

  1. C. Türk Hukuku’nda Kirleten Öder İlkesi

 

Türk Hukuku’nda kirleten öder ilkesine ilişkin mevzuat incelenecek olursa, 1983 tarihli Çevre Kanunu’na bakmak gerekecektir. Kanun, ilkeye direkt ismen atıf yapmamış olsa da ilkeye uygun olarak çevreyi kirletenlere kirletme maliyetini yansıtmayı hedeflemektedir. Çevre Kanunu’nun 3/g maddesine göre: “Kirlenme ve bozulmanın önlenmesi, sınırlandırılması, giderilmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan harcamalar kirleten veya bozulmaya neden olan tarafından karşılanır. Kirletenin kirlenmeyi veya bozulmayı durdurmak, gidermek veya azaltmak için gerekli önlemleri almaması veya bu önlemlerin yetkili makamlarca doğrudan alınması nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan gerekli harcamalar 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre tahsil edilir”. Kanunun kirleten öder  ilkesi çerçevesinde kirletene getirdiği yükümlülüklerin başında, kirlenmeyi önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasının geldiğini söyleyebiliriz. Kirlenmenin meydana gelmesi halinde ise, kirleten bu kez kirlenmeyi durdurmak, gidermek ya da azaltmak için gerekli önlemleri almak yükümlülüğündedir.

 

Kanunun 28. maddesinde ise kirletenin sorumluluğu düzenlenmiştir. Hüküm uyarınca: “Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır.” Düzenlemede sorumluluk için kusur şartı aranmadığı yani kusursuz sorumluluğun söz konusu olduğu görülmektedir. Çevresel zararların özellikleri nedeniyle, kusur aranması halinde sorumluluk alanının iyice daralacağı göz önüne alındığında, kusursuz sorumluluğun esas alınmasının isabetli olduğu aşikardır. Doktrinde kirletenin sorumluluğunun hukuki niteliği hususunda hakim görüş, sorumluluğun ağırlaştırılmış sebep sorumluluğu olduğudur. Bu görüşü savunanlar, Çevre Kanunu madde 28’de düzenlenen sorumluluğun her zaman tipik bir tehlikeye dayanmayacağını, bu sebeple de ağırlaştırılmış sebep sorumluluğunun söz konusu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ağırlaştırılmış sebep sorumluluğu hali, tehlike sorumluluğuna yaklaşan ancak daha hafif bir sorumluluktur. Ağırlaştırılmış sebep sorumluluğunun doğumu için özen yükümünün ihlâl edilmesi gerekirken tehlike sorumluluğunun doğumu için bu unsur gerekli değildir.

 

Kusursuz sorumluluğun da bir adım ilerisi olarak, sırf yaratılan riske bağlı olarak sorumluluğun kabulü söz konusu olabilir. Doktrinde bazı yazarlarca çevreyi kirletenin sorumluluğunun tehlike sorumluluğu olduğu ileri sürülmektedir. Tehlike sorumluluğu görüşünü savunan yazarlardan Erişgin’e göre, Çevre Kanunu madde 28 açıkça tehlike sorumluluğunu düzenleyen hüküm değildir. Yazara göre, idare tarafından genellikle yönetmelik şeklinde çıkarılan düzenlemelerde çevre müdahalesine yol açabilecek faaliyet ya da işletmeler için ruhsat alma zorunluluğunun getirilmesi, tehlike sorumluluğunun söz konusu faaliyet ve işletmeler için öngörülmüş olabileceğinin bir kanıtı olabilir. Korkusuz’a göre ise çevre kirlenmesinden doğan zararların özünde tehlike yaratma olasılığı olan faaliyetler bulunduğundan, bu nedenle doğacak sorumluluğun temelini tehlike ilkesi oluşturur. Çevrenin giderek artan önemi, kullanılan kimyasalların artması, hava, su gibi doğal çevrenin kirlenmesi neticesinde tüm insanlara zarar vermesi nedeniyle, sorumluluğun niteliğinin tehlike sorumluluğu olduğu ileri sürülmektedir.

 

 

 

UYGULAMADA KİRLETEN ÖDER İLKESİ

 

  1. A. Avrupa Birliği Adalet Divanı İçtihadında Kirleten Öder İlkesi

 

Uluslararası alanda ilkenin uygulanmasına bakacak olursak, özellikle Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ABAD) konuya ilişkin içtihadı yol gösterici olacaktır. Bu anlamda aşağıda bahsedeceğimiz birkaç dava ilkenin nasıl yorumlandığını anlamak adına önemlidir.

 

İlk olarak Standley Davası’ından bahsedecek olursak, dava  Birleşik Krallık hükümetinin Nitrat Direktifi isimli direktifi yürürlüğe koymasına ilişkindir. Direktif uyarınca, Üye Devletler ‘savunmasız bölgeler’ belirleyebilir ve sudaki nitrat konsantrasyonunun belli sınırlar içinde kalmasını sağlamak amacıyla uygun eylem programlarını yürütürler. Birleşik Krallık Hükümeti, direktifte belirtilen amacı gerçekleştirebilmek için bazı bölgelerde tarımsal faaliyeti sınırlandırmış, bu durumdan memnun kalmayan bir grup çiftçi, direktifin kirleten öder ilkesinin bir ayağı olan orantılılığı ihlal ettiği gerekçesiyle uygulanmasına itiraz etmiştir. Çünkü tarımsal faaliyet, sudaki nitratın tek kaynağı olmayıp nitrata sebep olan faaliyetlerden sadece bir tanesidir. ABAD’ın konuya ilişkin yorumuna baktığımızda, Divan direktifin çiftçilerin kendilerinin neden olmadıkları kirliliğin önlenmesi ve ortadan kaldırılması için ödeme yapmaları gerektiği anlamına gelmediğini ve direktifin özünde ilkeyi yansıttığını belirtmiştir. Sonuç olarak, direktifin kendisinin, Üye Devletleri kirleten öder ilkesini mümkün olduğunca orantılı bir şekilde uygulamaya zorladığını ifade eden Divan, çiftçilerin sadece sebep oldukları zararla orantılı olarak katkıda bulunmaları gerektiğini kabul etmiştir. O halde kirleten öder ilkesinin uygulanmasında ve kirletene bir sorumluluk yüklenmesinde orantılılığın esas alındığını söyleyebiliriz.

 

İlkenin yorumlanması bağlamında ABAD içtihadına önemli katkısı olan Erika Davası olarak bilinen davaya bakacak olursak, Total Transport Company, Fransa'daki Dunkerque'den İtalya'da bulunan Milazzo’ya  ağır akaryakıt taşımak için ‘Erika’ isimli gemiyi kiralamıştır. Gemi en kirletici hidrokarbon türlerinden birinin 31.000 tonunu taşımaktadır. 13 Aralık gecesi tanker, Biscay Körfezi'nde Brittany kıyısının yaklaşık 45 deniz mili açığında ikiye ayrılır. Fransa'daki o zamana kadarki en kötü çevre felaketine neden olan bu kazada, 19.800 ton ağır akaryakıt denize dökülür ve Fransa'nın 400 km'lik sahil şeridi kirlenir. 'Erika' felaketinin ardından, petrol kirliliğinin müteakip etkilerinden kötü bir şekilde etkilenen bir bölge olan Commune de Mesquer, Total France SA'ya  ve Total International Ltd.’ye, Uluslarası Petrol Kirliliği Tazminat Fonu’ndan halihazırda alınmış olan tazminata ek olarak temizlik maliyetlerinin ödenmesi için dava açar. Çünkü Uluslararası Petrol Kirliliği Tazminat Rejimi’nin, petrol kirliliğinden kaynaklanan zararlar için tazminat sağlama hedefi, kirleten öder ilkesi ile tam olarak örtüşmemektedir. Rejim, zararın tazmininde sübjektif üst sınırlar belirlemekle birlikte, asıl kirletenin kim olduğu ve kirlilik maliyetinin ne olduğunu objektif olarak belirlemekten ziyade sorumluluğu tek bir tarafa yüklemektedir. Bu çelişkiden dolayı Divan’ın buradaki yorumunun özellikle önem arz ettiğini söyleyebiliriz. Divan burada, Uluslararası Petrol Kirliliği Tazminat Rejimi’ndense Avrupa Birliği direktifi olan Atık Çerçeve Direktifi’ni, bunun sonucu olarak da kirleten öder ilkesini öncelemiştir. Öyleyse Divan’a göre, petrol sızıntısının neden olduğu zarar, ulusal mevzuat/ Uluslararası Petrol Kirliliği Tazminat Rejimi’ne dayalı maksimum ödemeyi aşıyorsa, Üye Devletler Avrupa Birliği mevzuatıyla uyumlu olarak kirliliğin neden olduğu ürünün üreticisinin maliyeti karşılamasını sağlamakla yükümlüdürler. Diğer bir deyişle, Atık Çerçeve Direktifi madde 15’te belirtilen kirleten öder ilkesi, uluslararası bir anlaşmaya dayanarak zararların tazminine sınırlama getiren bir ulusal mevzuat dolayısıyla göz ardı edilemez. Divan’ın bu yorumuna göre, kirliliğin meydana gelme riskine katkısı, herhangi bir kazara kirlilik oluşumunda ürün üreticisini sorumlu tutmak için yeterli olarak kabul edilecektir. Bu davada, Divan’ın hem kirleten hem de kirlilik ile ilgili geniş kapsamlı bir yorumda bulunması kirleten öder ilkesine ilişkin olarak içtihada önemli bir katkı sağlamıştır.

Daha güncel ve ABAD’ın önüne birkaç ay önce gelmiş bir davadan bahsedecek olursak, 'Erika' gemisi Brittany kıyılarında battıktan 3 yıl sonra, 'Prestige' isimli bir gemi, Galiçya kıyılarında batarak İspanya, Fransa ve Portekiz kıyı bölgelerinde ciddi çevresel hasara neden olmuştur. Toplamda yaklaşık 63.000 ton petrolün denize döküldüğü kazada, 2.980 km'lik sahil şeridi ve İspanya, Fransa ve Portekiz'in 1.000'den fazla plajı kirlenmiştir. ABAD’ın önüne gelen uyuşmazlık, İngiltere merkezli gemi sigorta şirketinin sorumluluğuna ilişkin olduğundan burada özellikle sigortacının sorumluluğundan bahsedeceğiz. Sigoratcı (The London Club), Birleşik Krallık’taki yargılama sonucunda 22,777,986 Euro ile sınırlı olarak sorumlu tutulur. İspanya’daki yargılama ise The London Club’ın neden olunan zarar için yaklaşık 900,000,000 Euro tazminat ödemesine hükmedilmesiyle sonuçlanmıştır. İspanya, ilgili yargı kararının tanınması için Birleşik Krallık mahkemelerine başvurunca, uyuşmazlık ABAD’ın önüne gelir. Divan, oldukça yakın bir tarih olan 20 Haziran 2022’de, Birleşik Krallık’taki tahkim yargılamasının, petrol sızıntısının neden olduğu zararın sigortacı tarafından ödenmesine hükmeden İspanya mahkemesi kararının tanınmasını engellemediğine karar vermiştir. Aslında Divan daha ziyade usuli bir konu hakkında görüş belirtmiş olsa da, benimsediği görüş doğrultusunda,  kirleten öder ilkesine uygun olarak, Uluslararası Petrol Kirliliği Tazminat Fonu ile sınırlı olmayan bir tazminin sağlanması söz konusu olabilecektir.

 

Kirleten öder ilkesine ilişkin olarak önemli içtihatların oluşumuna katkı sağlayan birkaç davadan bahsetmiş olduk. Şimdi, Divan’ın ilkeye ilişkin içtihatlarını toparlayabilmek adına, hem bu davalarda bahsedilen hem de Divan’ın geliştirmiş olduğu diğer içtihatlara kısaca değinmek yararlı olacaktır. Divan tarafından kabul edilen içtihatlardan biri, kirleticilerin yalnızca katkıda bulundukları kirlilikten sorumlu olduğudur.  Öyleyse, kirleticiler katkıda bulunmadıkları kirliliğin ortadan kaldırılması ve önlenmesi için ödemek yapmak zorunda değillerdir. Buna ek olarak, kirliliğin farklı kaynaklardan kaynaklandığı durumlarda, tüm kategorilerdeki kirleticiler yalnızca toplam soruna katkılarıyla orantılı olarak kirliliğin azaltılmasına katkıda bulunmakla yükümlü olabilir. Burada Divan’ın, özellikle Standley Davası’nda bahsedilen orantılılık ilkesini vurguladığını söyleyebiliriz. Benzer şekilde, çevreyi kirletmeyen veya kirlenmeye (riskine) katkıda bulunmayan taraflara, kirleten öder ilkesinin uygulanmasına ilişkin olarak sorumluluk yüklenmeyecektir. Divan tarafından oluşturulan bir başka içtihat uyarınca, faaliyetler ve kirlilik/çevresel zarar arasındaki nedenselliğin belirlenmesinde varsayımların kullanılmasına izin verilir. Son olarak Divan tarafından ele alına Erika ve Prestige kararlarında öne çıktığı üzere, zararların tazminine ilişkin sınırlamalar getiren ulusal ya da uluslararası mevzuata dayanılarak ilkenin alanı daraltılmamalı, ilke göz ardı edilmemelidir.

 

 

 

 

 

 

 

2.   B. Kirleten Öder İlkesinin Türk Hukuku’nda Uygulanması

 

İlkeye ilişkin olarak Türk Hukuku’nda önemli düzenlemeler olarak Çevre Kanunu madde 3 ve 28’den bahsetmiştik. Düzenlenen sorumluluk, kusursuz sorumluluk esasına dayandığından haksız fiilin kurucu unsurlarından olan kusur şartı aranmamakta olup haksız fiilin diğer unsurları olan hukuka aykırılık, zarar ve illiyet bağı incelemesi yapılmalıdır.

 

İlk olarak hukuka aykırılık unsurunu ele alacak olursak, Çevre Kanunu'nda hukuka aykırılıktan açıkça söz edilmemekte, sebep olunan kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan bahsedilmektedir. Öyleyse çevreyi kirleten veya bozan fiiller hukuka aykırıdır. Kanun'un hukuka aykırı saydığı fiiller ise, kanunun farklı maddelerinde ( ÇK m. 3/a, 8, 13, 14) düzenlenmiştir. Bunun yanında hukuka aykırılığın belirlenmesinde kirlilik standartlarını düzenleyen yönetmelik hükümlerinin de dikkate alınması gerekir. Ancak, bazı kirlenme standartlarının henüz yönetmelikler yoluyla belirlenmemesi, kirletenin Çevre Kanunu’nu uyarınca sorumluluğunun doğmasına engel değildir. Bu gibi hallerde hakim, kirlenmenin yasak sınırlarını, uluslararası standartlara, yöresel şartlara ve ülkedeki teknik imkanlara göre bilirkişilere tespit ettirmelidir. Şu hususu da belirtmek gerekir ki, çevreyi olumsuz yönde etkileyen bir müdahale, Çevre Kanunu anlamında hukuka aykırı sayılmadığı halde, Türk Medeni Kanunu anlamında (m.730 ve 737) hukuka aykırı sayılabiliyorsa, kirletenin bu çerçevede sorumlu tutulması da söz konusu olabilecektir.

 

Kirletenin, çevreyi kirleten faaliyetlerinden sorumlu tutulabilmesi için, söz konusu fiilin aynı zamanda bir zarara da yol açması gerekmektedir. Çevre Kanunu’nun 28. maddesi kapsamına giren zararlar bakımından bir ayırım yapılmadığından, buradaki zarar, Borçlar Kanunu’nda yer alan genel hükümlerden hareketle belirlenmelidir. Öyleyse, çevreyi kirletici faaliyet sonucunda ya doğrudan ya da dolaylı olarak bir zarar doğmalıdır.

 

Çevre zararları, çevre kirliliği nedeniyle doğrudan doğruya çevrede ortaya çıkan zararla (ekolojik zarar), üçüncü kişilerin uğrayacakları kişi veya mal varlığı zararıdır. Çevre kirliliği sonucunda ortaya çıkan kişilik ve mal varlığı zararları ‘dar anlamda çevre zararı’ olarak da ifade edilmektedir. Ekolojik çevre zararı ise, dar anlamda çevre zararının ötesinde çevrede doğrudan doğruya meydana gelen zararlar olması nedeniyle toplumsal boyutta olan ‘geniş anlamda çevre zararı’ olarak da nitelendirilmektedir.

 

Şahıs varlığı, bir kişinin hukukça korunan hayat, vücut bütünlüğü, sağlık, şeref, isim gibi kişilik değerlerinin tümünü ifade etmekte olup şahıs varlığına verilen zararlar bir insanın ölmesi veya vücut bütünlüğünün ihlali şeklinde ortaya çıkabilir. Bu durumda, ortaya çıkan bu ihlal dolayısıyla Çevre Kanunu'nun 28. maddesi anlamında sorumluluk doğabilecektir.

 

Çevre kirliliğinden kaynaklanan mal varlığı zararından söz edilebilmesi için, kirlilik nedeniyle malın tamamen veya kısmen hasara uğraması nedeniyle mal varlığında bir azalma olmalıdır. Burada, kirlenen malın temizlenmesi için masraf yapılması veya kirlenen malın kullanım zorlukları, zarar görenin ekonomik kaybına neden olacağından, tazmininin istenebilmesi gerekir. Bu anlamda bir örnek vermek gerekirse, Yargıtay, davacı tarafından davalılar Karadeniz Bakır İşletmeleri AŞ. Genel Müdürlüğü ve Tügsaş Samsun Gübre Sanayi AŞ. Genel Müdürlüğü aleyhine açılan davada, fabrika bacalarından çıkan zararlı gazların zirai ürünlere verdiği maddi zararın giderilmesi yönünde yerel mahkemece verilen kararı hukuka uygun bulmuştur.

 

Ekolojik zarar denildiğinde, bundan kişisel ve mal varlığı zararlarının dışında kalan ve salt çevresel varlıkları hedef alan zarar anlaşılmalıdır. Hava, su, toprak gibi çevresel varlıklar, herkesin kullanım ve yararlanmasına açıktır. Kamusal mallar olarak da nitelendirilen bu tür mallarda, faydanın bölünememesi nedeni ile bunların parasal değeri belirlenememektedir. Dolayısıyla bunlarda meydan gelen ekolojik zararlarda, maddi zararın tayini de güçlük arz etmektedir.

 

Zararın gerçek kişilerle, özel hukuk tüzel kişilerinin mal varlığında ya da devlet ya da diğer kamu tüzel kişilerinin özel mülkiyetine tabi mallarda ortaya çıkması halinde bunun tazmin edilebileceğine kuşku yoktur. Ancak bunların dışında kalan durumlarda, yani zararın kamu mallarında meydana geldiği hallerde devletin tazmin talebinde bulunabileceği ilk bakışta şüpheli görülebilir. Kamu mallarında meydana gelen zararın ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerinde tahribat yaratması söz konusu olduğundan, devlete ve diğer ilgili kamu tüzel kişilerine Çevre Kanunu'na dayanarak tazminat davası açma hakkı tanınmıştır. Nitekim Yargıtay da, deniz kirlenmesinden doğan ekolojik zararlar için T.C. Devleti Hükmi Şahsiyetine İzafeten Maliye ve Gümrük Bakanlığı, Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı, Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanlığı adına Hazine tarafından davalılara ait tankerlerin İstanbul Boğazı Rumeli Kavağı önlerinde çarpışmasıyla meydan gelen kazada denize dökülen petrol ürününün, Boğaz ve çevresinde (Türk Karasuları) ekolojik yapıya verdiği zararın karşılığının davalılardan tahsilini istemiş olup açılan tazminat davasını kabul etmiştir.

 

Çevre Kanunu'nun 28. maddesinin birinci fıkrası hükmü uyarınca, kirletenin sorumlu tutulabilmesi için, zararın kirletenin kirletici faaliyetten kaynaklanması, fiil ile zarar arasında uygun bir illiyet bağının bulunması gerekir. İlliyet bağının tespitinde ispat güçlükleri yaşanabileceğinden, mahkemeler bu konuda fiili karineler kabul edebilir ve nedensellik bağının gerçeğe yakın görülmesinin kanıtlanmasıyla yetinebilir. Kirlenme nedeniyle zararın ortaya çıkmasında, çoğu kez birden fazla faaliyet veya işletme rol oynamakta ve bu nedenle de uygun illiyet bağının ispatı zorlaşmaktadır. Menfaatler dengesi bakımından, zarar görenlerin korunması için, ispat yükünün tersine çevrilmesi temeline dayanan çözümlerle fiili karinelerin kabulü, bu konuda önemli bir kolaylaştırma sağlayacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere, ABAD da, ilke uygulanırken nedenselliğin belirlenmesinde varsayımların kullanılmasına izin verilmesini içtihat olarak kabul etmektedir.

 

Kirletenin hukuk alanında bir sorumluluğunun doğması için, genel olarak haksız fiil sorumluluk şartları olan hukuka aykırılık, zarar ve illiyet bağından bahsederek, söz konusu olan kusursuz sorumluluk olduğu için kusurun varlığının gerekmediğini belirtip Yargıtay uygulamasından da konuya ilişkin birkaç örnek vermeye çalıştık. Bunun yanında, çevresel zararlara ilişkin Çevre Kanunu madde 20 uyarınca uygulanan para cezalarına da değinmek yerinde olacaktır. Bilindiği üzere, yakın zamanlarda özellikle Marmara Denizi’nde gerçekleştirilen denetimlerde, kirliliğe neden olan birçok gemiye para cezası uygulanmıştır. Bazılarından söz edecek olursak; İzmit Körfezi'nin Yalova açıklarında denizi kirlettiği tespit edilen Malta bandıralı ticari gemiye Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın koordinasyonuyla Çevre Kanunu’na muhalefetten 3 milyon 788 bin 628 TL idari para cezası uygulanmış ve adli tahkikat başlatılmıştır. Yine, Marshall Adaları bandıralı ‘Roadrunner’ adlı kuru yük gemisinden denize petrol türevi madde sızdığı tespit edilerek 8 milyon 415 bin 508 lira para cezası kesilmiştir. Belirtmeliyiz ki; kirletenlere ilişkin olarak hem hukuki hem idari hem de gerektiğinde cezai sorumluğun gündeme getirilmesi, oluşan kirliliğin giderilmesi ve öncesi için de caydırıcılık oluşturması bakımından, kirleten öder ilkesinin de ruhuna uygun olarak önem arz etmektedir.

 

 

 

SONUÇ

 

Son çeyrek yüzyıldır hem ulusal düzeyde hem de uluslararası alanda sürekli gelişen bir hukuk dalı olan çevre hukukunun önemli ilkelerinden kirleten öder ilkesinin hem teoride hem de pratikteki görünümlerini aktarmaya çalıştık. Ekonomik temelde dışsallıkların içselleştirilmesi, yani zarara sebep olanların maliyetleri karşılaması fikriyle ortaya atılan bu ilkenin, günümüzde artarak devam eden çevresel zararların tazmini açısından vazgeçilmez bir hal aldığını söyleyebiliriz.

 

Hem uluslararası alanda Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi kurumların mevzuatları hem de ülkemizdeki Çevre Kanunu gibi ulusal düzenlemelerde ilkenin ele alınması ve kirletene sorumluluklar yüklenmesi göz ardı edilemeyecek gelişmelerdir. Ancak burada önemli olan, uygulamada ilkenin ne kadar karşılık bulabildiğidir. İşte bu noktada ABAD gibi uluslararası yargı organlarının içtihatları, ulusal yargı organlarının ilkeyi nasıl yorumlayıp ele aldıkları ve devletlerin bu alandaki politikaları asıl önemli kısmı oluşturmaktadır. Bunun da ötesinde, uluslararası alanda atılan adımların, alınan kararların, ulusal alanda bir karşılık bulamadığında pek de bir anlam ifade edemediğini söylersek yanılmış olmayız. O halde, bu noktada devletlere, hem bu konularda mevzuatlarında düzenlemeler yapmak hem de uluslararası alandaki olumlu olan gelişmeleri de takip ederek ilkenin hayata geçirilmesini sağlamak görevi düşmektedir.

 

Türkiye açısından durumu ele alacak olursak, Çevre Kanunu ile uzun bir zaman önce kirletenin sorumluluğunun düzenlenmesi ve bunun kusursuz sorumluluk olarak kabul ediliyor olması oldukça olumludur. Kirlilik, kirleten gibi kavramların uluslararası içtihatta ve doktrinde de kabul edildiği üzere geniş olarak yorumlanması ve uygulamanın bu şekilde seyretmesi ilkenin ruhuna uygun olacaktır. Aynı şekilde, nedensellik bağı da sıkı bir şekilde aranmamalı, çevre hukukunun yapısına uygun olarak, doktrinde ve içtihatlarda da kabul gördüğü üzere, karinelerden hareket edilmelidir. Çünkü, ancak bu sayede birçok aktörün yer aldığı karmaşık durumlarda zararların tazmini söz konusu olabilecektir. Devletin sadece yargı organları değil, diğer birimleri de ilkenin en iyi şekilde hayata geçirilmesi için gerekli sorumlulukları yerine getirmekle mükelleftir. Bu noktada örneğin, çevre konularıyla ilgilenmek üzere 2020’de T.C. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Türkiye Çevre Ajansı’nın kurulmuş olması olumlu bir gelişmedir.  Çevre sorunlarının artarak devam ettiği ve bu durumun hem ekolojik hem de ekonomik olarak birçok maliyete neden olduğu günümüzde hem Türkiye hem diğer devletler hem de uluslararası kuruluşlar, alanda şu ana kadar elde edilen gelişmelerin geriye doğru gitmemesi ve hatta daha da mesafe kat edilebilmesi için üzerlerine düşeni yapmalıdır. Kuşkusuz, kirleten öder ilkesinin ruhunun yansıtılmayı çalışıldığı her teorik ve pratik gelişme bu kapsamdadır.

 

 

AV. ZEYNEP KARAHASANOĞLU